Batı Asya’da şimdiye kadar devam eden bölgesel savaş, temel olarak askeri cepheler, jeopolitik dinamikler ve Siyonistlerin Filistin’de gerçekleştirdiği soykırım etrafında şekillendi.
Ancak, bir o kadar önemli başka bir boyut daha var: Yumuşak güç projeksiyonu mücadelesi.
2023’te başlayan bölgesel savaşın en büyük siyasi kayıplarından biri Türkiye’deki AKP hükümeti oldu.
2023’ten önce Batı Asya’daki insanların çoğu (ve diğer yerlerdeki bilgili gözlemciler) Batılı rejimler ve İsrail tarafından desteklenen bölge diktatörlerinin tek bir amaca hizmet ettiğini açıkça anlamıştı: İsrail’in ve Batı’nın neo-sömürgeciliğinin siyasi ve gizli savunucuları olarak hareket etmek.
ABD destekli Mısır veya BAE diktatörlüklerinin Filistin’deki soykırıma karşı parmaklarını kıpırdatacağını kimse beklemiyordu.
Ancak Recep Erdoğan hükümeti, birçok Müslümanı, kendisinin İslam odaklı bir yönetim olduğuna inandırmayı başardı.
Filistin’e karşı yürütülen soykırım savaşı bu görünümü tamamen ortadan kaldırdı.
Ankara’nın kendi cephesinin çöküşüne verdiği en önemli siyasi ve propaganda tepkilerinden birinin İsrail’e değil, İslami İran’a yönelik olması şaşırtıcı değil.
Neden?
Türk siyaset yapıcılar, hem doğrudan hem de dolaylı olarak İsrail ve ABD’ye karşı çıkan tek mevcut İslam devleti sistemi olan İran’ın, Müslüman dünyasında muazzam bir güvenilirlik ve sempati kazandığını anlıyorlar.
Algıdaki bu değişim, AKP’nin İslami davaların savunucusu olarak özenle oluşturulmuş imajına derin bir meydan okuma oluşturuyor.
Erdoğan hükümeti, Müslümanlar nezdinde küresel itibarını korumak için yıllarca sembolik jestlere, kontrollü söyleme ve Batı politikalarına karşı seçici muhalefete güvendi.
Oysa ABD-Siyonistlerin Filistin’e karşı yürüttüğü savaş, Direniş’in ve buna karşın suç ortaklarının gerçek hatlarını ortaya koyunca, Türkiye’nin sözlerinden ziyade İran’ın eylemleri ümmetin vicdanında yankı buldu.
Dolayısıyla AKP’nin İran’a karşı yürüttüğü propaganda ideolojik değil, savunma amaçlıdır: Günümüzde Siyonizm ve Batı hegemonyasına anlamlı bir şekilde direnen tek devlet yapısının Ankara değil, Tahran olduğu yönündeki giderek artan farkındalığı engelleme çabasıdır.
Türkiye’nin İslami İran’a karşı yürüttüğü propaganda kampanyası, tahmin edilebileceği gibi, İsrail’den de sessiz bir destek görecek. Zira bu kampanya, bölgede ve Müslüman toplumlar arasında uzun zamandır devam eden bölünmeyi körükleme amacına hizmet ediyor.
Ankara’nın siyasi güvensizliği ile İsrail’in Müslüman dünyasını parçalama yönündeki stratejik ihtiyacı arasındaki bu çıkar uyumu ne tesadüftür ne de yenidir.
Ancak eylemler her zaman sözlerden daha etkilidir.
Dezenformasyon kampanyası ne kadar kapsamlı olursa olsun, Türkiye’nin milyonlarca insanın kolektif hafızasından İran’ın İsrail’e vurduğu eşi benzeri görülmemiş darbeleri, bölgedeki hiçbir devlet sisteminin vurmaya cesaret edemediği darbeleri silmesinin son derece zor olduğunu düşünüyorum.
Bu eylemler bölgesel bilinci kalıcı olarak değiştirdi.
Bunlar, söyleme dayalı tavırlar ile gerçek direniş arasındaki uçurumu, İslamcı sloganları tekrarlayan rejimler ile Siyonizme ve Batı emperyalizmine maddi olarak meydan okuyan rejimler arasındaki uçurumu ortaya koydular.
Ankara’nın sözleri, Tahran’ın eylemlerinin görünür kıldığı gerçeği ortadan kaldıramaz: Batı Asya’da gerçek egemenlik ve meydan okuma artık siyasi tiyatroda değil, stratejik cesarette yatıyor.
Yukarıdakilerden ortaya çıkan en önemli soru, bölgede aktif bir Türk-İran sürtüşmesine tanık olup olmayacağımızdır.
Önceki örneklere bakıldığında böyle bir senaryonun gerçekleşmesi pek olası görünmüyor.
Hem İran hem de Türkiye, özellikle Suriye’de, stratejik bağımlılıklarına ilişkin pragmatik bir anlayış sergilediler.
Suriye çatışmasında karşıt taraflarda yer almalarına rağmen (İran Suriye devletini desteklerken Türkiye çeşitli silahlı muhalif grupları destekliyordu), her iki ülke de rekabetlerini diplomatik ve jeopolitik sınırlar içerisinde tutmayı başardı.
Tahran ve Ankara, 2017 yılında Rusya ile birlikte başlattıkları Astana Süreci aracılığıyla, aralarındaki anlaşmazlıkların doğrudan çatışmaya dönüşmesini önleyen bir çatışma yönetimi platformu oluşturdular.
Bu örüntü, daha derin bir siyasi olgunluğu ve ortak zaafların kabulünü yansıtıyor.
Her iki devlet de açık düşmanlığın yalnızca Batı ve Siyonist çıkarlarına hizmet edeceğini, mezhepsel bölünmeleri yeniden alevlendireceğini ve Batı Asya’da ortaya çıkan çok kutuplu yeniden yapılanmayı baltalayacağını anlıyor.
İran, Türkiye’yi NATO kuşatmasına karşı gerekli bir bölgesel tampon olarak görüyor. Ankara ise Tahran’la bir çatışmanın kendisini Batı dışı bloklardan, özellikle de katılmayı arzuladığı Avrasya ve BRICS odaklı çerçevelerden izole edeceğini biliyor.
Esas itibarıyla, taktiksel sürtüşmeler devam edecek olsa da, her iki ülkenin liderleri, jeopolitik hayatta kalmalarının ve bölgesel etkilerinin açık bir çatışmadan ziyade yönetilen bir rekabeti sürdürmeye bağlı olduğunu kabul ediyor.
Karşılıklı itidalleri yalnızca diplomatik bir kolaylık değil; Batı’nın gücünün azaldığı ve bölgesel özyönetimin yeniden tanımlandığı bir çağda stratejik bir zorunluluktur.




