Türk Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın 30 Kasım’da İran’ı ziyaret etmesinin ardından, bölgesel medya kuruluşları bu ziyaretin Tahran ile özel bir iş birliği aşamasının başlangıcı olabileceği yönünde spekülasyonlarda bulunmaya başladı. Bu durumun gerçekleşmesi pek olası değil, ancak Türk-İran ilişkilerinin de yakın zamanda gerilemesi beklenmiyor.
Öncelikle, AKP liderliğindeki Türkiye’nin İslami İran ile stratejik bir ittifak başlatmasını beklemenin neden gerçekçi olmadığını ele alalım.
Türk-İran ittifakının önündeki en büyük engel, Türk siyasi yapılanmasının kilit kesimlerinde Batı merkezli eğilimlerin hâlâ devam etmesidir.
İran’ın siyasi elitinin dünya görüşü 1979 İslam Devrimi’yle şüphesiz yeniden şekillenirken, Türkiye’nin yönetici sınıfı entelektüel olarak Avrupa-Atlantik düzeninin kurumlarına, varsayımlarına ve onay mekanizmalarına bağlı kalmaya devam ediyor.
Batı üniversiteleri, NATO yapıları ve on yıllarca süren ideolojik eğitimle şekillenen bu sınıf, Ankara’nın çıkarlarının Washington’la iş birliği yaparak en iyi şekilde korunacağı fikrini hâlâ içselleştiriyor.
Bu, ilkeli stratejik düşünceden yoksun bir siyasi ortamdır.
Bağlılıkları, kısa vadeli taktiksel çıkarlara, IMF baskısına veya elitlerin Batı güvenlik şemsiyesini sarsma kaygılarına göre değişir.
Türkiye, ABD’ye söylemsel olarak meydan okusa bile, politik refleksleri Ankara’nın NATO’nun “kırmızı çizgilerini” asla çok dramatik bir şekilde aşmaması gerektiği inancına bağlı kalmaktadır.
Bu kökleşmiş psikolojik bağımlılık, Türkiye’nin ABD hegemonyasının gerilemesiyle oluşan fırsatlardan tam olarak yararlanmasını ve İslami İran ile paylaşılan tutarlı, egemen bir jeopolitik strateji oluşturmasını engelliyor.
Ancak hem İran hem de Türkiye, Batı’nın yönlendirdiği anlatıların ve mezhepçi söylemlerin artık aynı harekete geçirici güce sahip olmadığı bölgesel bir ortamda faaliyet göstermektedir.
Tahran ve Ankara, anlaşmazlıkları olgunlukla yönetme konusunda dikkat çekici bir yetenek sergilediler.
Suriye’de karşıt taraflarda yer almalarına rağmen, Batı başkentlerinin ve bölgesel temsilcilerinin beklediği tırmanmayı önlediler.
Bu işbirliği, Amerika’nın Müslüman devletlerin birbirine karşı kolayca kullanılabileceğine dair uzun süredir devam eden varsayımına meydan okudu.
Washington, Londra ve Paris için, Türkiye ve İran’ın seçici de olsa koordinasyon içinde hareket etmesi, standart neo-kolonyal işleyiş biçiminin bozulması anlamına geliyor.
Ancak dış etkenler, Türk-İran istikrarı için birincil risk unsuru değildir.
Daha büyük tehlike, Müslüman dünyasının içinden geliyor: siyasi aktörler, sosyal medya fenomenleri ve ideolojik taban üyeleri, pervasızca mezhepçi söylemlere başvuruyorlar.
Peki, Ankara ve Tahran neden koordinasyona devam edecek?
Basit cevap şu ki, koordinasyon her iki ülkeye de sürtüşmeden çok daha fazla fayda sağlıyor.
Ancak daha anlamlı soru şu: Bu koordinasyon yakın gelecekte ne biçim alacak?
İsrail’in Suriye’yi sürekli olarak bombalaması -ki bu bombardıman sadece Suriye’yi zayıflatmayı değil, tam bir kurumsal çöküşe doğru itmeyi de amaçlıyor- göz önüne alındığında, Ankara’nın Tahran’a Suriye konusunda sınırlı tavizler sunmasını stratejik olarak akıllıca bulabileceği düşünülüyor.
En önemlisi, Türkiye’nin muhtemelen vekillerine Hizbullah’ın Suriye içindeki gayri resmi lojistik ağlarına göz yumması yönünde talimat vereceğidir.
Bu da İsrail’in Türkiye’ye karşı agresif bir siyasi tepki vermesine yol açacak ve istemeden de olsa Siyonist rejimin zaten genişleyen bölgesel bataklığını daha da derinleştirecektir.
Ankara’nın İran’ın Suriye’deki lojistik ağlarına sessizce müsamaha göstermesi, Tel Aviv’de İsrail’in bölgesel aktörlere dayattığına inandığı gayri resmi kırmızı çizgilerin kabul edilemez bir ihlali olarak yorumlanacaktır.
Sonuç olarak, Siyonist rejim Suriye içinde askeri saldırganlığını artıracak ve Ankara destekli gruplara yönelik saldırılar düzenleyecektir.
Ancak bu tür bir saldırganlığın beklenmedik sonuçları olacaktır: İsrail’e karşı organik ve geniş tabanlı bir Suriye direnişini tetikleyecektir.
İran’a veya Hizbullah’a pek yakınlık duymayan gruplar bile, İsrail’in Suriye topraklarını ve yerel aktörleri açıkça hedef alması nedeniyle karşı koymak zorunda kalacaklardır.
Esasen, İsrail’in İran’ın etkisini kırma girişimi, Suriye’deki daha geniş bir güç yelpazesinin İsrail’in varlığına karşı harekete geçmesine yol açacaktır.
Bu durum, İsrail’in 2023’ten beri içinde bulunduğu bölgesel çıkmazı daha da derinleştirecektir.




